‘‘Ölümden korkmak, insanın olmadığı halde kendisini bilge sanmasıdır.Kim bilebilir ki belki de ölüm, yaşama bahşedilen en güzel şeydir ve insanlar hala ona şeytani anlamlar yüklerken’’ diyor Sokrates. Evet değerli dostlar Sokrat haklıydı.Günümüz insanlarının azımsanmayacak derece de birçoğu ölümden korkar ve ölümün bir yokoluşsallık getirdiği kanısıyla yaşama, acılarıyla korkularıyla ve en önemlisi gelecek kaygılarıyla saplanıp kalmakta ne yazık ki.
Ben ölüme bir yokoluşsalık olarak değil tam aksine yeni bir varoluşsallığın son halkası temelinde bakıyorum. Biraz Albert Camus vari yaklaşıyorum. Neden varoluşsallık peki; Çünkü diyalektik yönteme inanıyorum ve doğa filozofu Herakliteos ‘‘Yaşamdaki her zıt kendini zıddını öldürerek varlığa gelir’’ diyor. Ölüm dediğimiz olgu ontolojik(varlıksal) olarak aslında yaşam olgusunun zıddıdır. Ve bir noktada ölüm yaşamı yani zıddını öldürerek varlığa gelmektedir. Mutlak bir yokoluşsallık diyalektik yöntemle çağrışım yapan bir argüman olmadığı için ölümü yokoluşsallık adı altında ele alınacağını doğru bulmamakla beraber benim kullanmaya çalıştığım metodolojide müthiş sorunsallıklar doğuruyor.
Tarihsel bir döngü olan yaşam ve ölüm tabiat zincirinin en alt halkasından tutalım en üst halkası olan insana kadar gerçeğin ta kendisini teşkil etmektedir. Gordon Childe ‘Tarihte Neler Oldu?’ kitabında ‘’İnsanın akıl yürütmesinin farklı olan yanı, görünen somut durumlardan uzaktaki durumları düşünebilme yolunda, diğer hayvanlardan çok çok ötelere gidebilmesidir’’ kitaptaki bu alıntımı ölüm-yaşam diyalektiğiyle çağrıştırdığımız zaman aslında tabiat zincirinde ölüm duygusunu sorunsallaştıran tek canlının insan olduğunu görebiliyoruz. Ve insanlık tarihi boyunca ölümü yenmek başlı başına bir problem teşkil etmiştir. Lokman Hekim ölümsüzlük iksirini bulmak için didinip durdu. Sonra endüstri devrimine kadar yapılan birçok savaşın Hindistan’dan başlayıp Kenan ülkesinden Mısır’a kadar uzanan baharat yolu için yapıldığını tarihten biliyoruz. Baharat demek ecza demek yani insanlığın ömrünü hastalıklara karşı nasıl uzatabilirizin hesapları demekti ve çok kanlı bir tarihi var insanlığın üstelik fazlasıyla dramatik. Tarihte ölüm duygusunu yenmek insanlığın başına hep bela olmuş bir argüman ve günümüzde yapılan birçok bilimsel araştırma insanlığın ömrünü nasıl uzatabilirizin üzerine olduğunu pek çok bilimsel makalede görebiliyoruz.
Aslında bu çaba, duygu dünyasında bir şeyleri var etmeyle ilgili. Ve var ettiği birçok şeye karşı o yoksunluk hissini duyumsamama çabasıdır. Örneklersem; mesela bir insan bu dünyada çok değer verdiği annesini kaybediyor. O insanda yıllardır süre gelmiş anılar zinciri birden annesinin ölmüyle miladını dolduruyor ve yıllardır dokunduğu, hissettiği, gördüğü annesini bir daha göremiyor ve hissedemiyor ve annesinin ölümü o bireyin zihninde bazı nevrotik sorunlara yol açıyor. Aslında bu nevrotik sorunlar o bireyin ölüme biçtiği yokoluşsallığın bir ürünüdür. İlla sevdiği birini kaybetmesi değil o bireyin başına bir şey geldiği zamanda kendini koşulladığı yokoluşsallık yine bazı nevrotik sorunlara yol açıyor.
Evet değerli dostlar, tarih boyunca ölümü insanlık tek gerçeği olarak kabul etmiştir. Ama baktığımız zaman insan hiç ölmeyeceğini hisseder çünkü Sokrat’ın dediği gibi insanlar ona şeytani anlamlar yükler ve ölümü kendisine, sevdiklerine asla yakıştırmaz. İşte bu temelde ölüm anı gerçekleştiği vakit geride kalan insanların zihninde şok etkisi yaparak ölüm karşısında bir kabullenememe ve çaresizlik kendini var edince belki de sadece gözyaşları kusuyor zihnindeki duygu yoğunluğunu. Bu olagelen bir süreçtir hepsine saygım sonsuz ve asla insanların hislerini küçümseyemem zaten bunun benim yaşam ahlağımda yeri yok. Ama yanlış bulduğumu belirtmek istiyorum. Yazımın başında ölüme yeni bir varoluşsallığın son halkası tanımını yapmıştım ve ölümü ontolojik olarak kendimce açıklamaya çalışmıştım. Öncelikle kendimce aydınlatmam gereken kavramların olduğu kanısındayım, yazdıklarımın afaki kalmaması adına.
Sevgi, yalnızlık ve ölüm kavramları aslında birbiriyle müthiş derecede iç içe kavramlardır. Sevgi; İnsanın bir kimseye karşı veya bir ‘şeye’ olan bağlılığının ifadesidir. Sözlükler sevgiyi böyle tanımlıyor. Kendi içerisinde ne kadar tutarlı tarafları olsa da duygu dünyasında eksiklikler olduğunu düşünüyorum. Çünkü sevgi aslında yalnızlığın zirveleşen boyutunun bir ürünüdür. Nasıl desem mesela şuan birini o kadar çok seviyorsunuz ki, o kadar çok seviyorsunuz ki aslında onu ne kadar çok sevdiğinizi hissettiğiniz o an belki de saniyenin milyarda birinden daha kısa olan ve kuantumik ölçütlerde bir kaos aralığının eşiğinde aslında ne kadar yalnız olduğunuzu hissedersiniz. Yedi milyar insan ve belki de tüm evrende o anı sadece siz yaşamışsınızdır ve bu yalnızlıktır. Yalnızlıkta yoksunluğun değil tam aksine çok farkındalığın bir sonucudur, çok farkındasındır ve yalnızsındır. Ölümde sevgi-yalnızlık diyakletiğinin zirveleştiği o yalnızlığın farkındalığının, o sevginin tümüyle bir objede veya süjede yaşam bulduğunu görürsünüz. Yalnızlık-sevgi nasıl birbirini doğuruyorsa ikisi de özünde ölümü doğurur.
Yazımın başında ifade ettiğim gibi her şey zıddını öldürerek varlığa gelir. Bu temel de bu evrende fiziki olarak varsak bu varoluşsallığın diyalektiği ne olması sorusu doğuyor. Bana göre bu evrende madde ile mananın savaşımını yürüterek yaşıyoruz. Madde olan şey beş duyu organımızla yaşadıklarımız iken altında yatan mana ise hislerimizdir. Bu savaşımda sentez olan ise sabırdır. Burada neyi ne kadar sıradanlaştırırsak sabır o evrimsel süreçte bizlere daha çok yardımcı olacağı inancı taşımaktayım. Annesi ölen birey annesini özlemektense bir gün ona kavuşacağını hissederse sabrı o bireye kavuşma hissini zihninde var etme koşulları yaratacaktır. Ve o bireyin yaşayacağı kırk yıl daha belki yüzyıl daha… Ama annesine mutlaka kavuşacaktır ister tek tanrılı dinlerin öğretisi olan mahşer inancı tanışın ister tabiat anaya inansın.
Biyolojik olarakta ölümü ele aldığımızda doğanın eşyanın tabiatında aslında her an her şey dönüşüm içersindeyken ölümü bu dönüşümselliğin bir parçası olarak görmek gerekiyor. Örneklersem; gebe bir anne düşünün o annenin çocuğunu sağlıklı bir şekilde dünyaya getirebilmesi için gebelik süresi boyunca çocuğunu plasenta bağıyla iyi bir şekilde beslemesi gerekir. Ve tıp biliminin alt disiplini olan mikrobiyolojide proteinler; aminoasitlerin peptit bağlarıyla zincirsellik oluşturmasıyla meydana gelmektedir. Bilinen yirmi çeşit aminoasit var ve bunların sekiz tanesini insan vücudu üretemiyor. Bu sekiz tane aminoasite temel (esansiyel) aminoasitler denir. Temel (esansiyel) aminoasitler dışardan hazır olarak alınması gerekiyor. O annenin bir şekilde çileğe ihtiyaç duyduğunu varsayalım. O çilekle beraber vücudunun üretemediği aminoasitleri vücuduna aldı ve çocuğun sağlıklı bir şekilde gelişim gösterdiğini de varsayalım. Doğadaki her şey birbiri ardılı durumunda iken demin annesini öldürdüğümüz bireye kalırsa annesi hiç ölmesin ister. Hatta hiçbir canlı annesinin ölmesini istemez. Ama o çileğin oluşabilmesi için bizler ölmeliyiz ki bedenlerimiz toprağa karışmalı, bizler üzerinde otlar bitmeli, otu yiyen hayvan toprağın gübre ihtiyacını gidermeli ve o topraktan çilek yetişmeli ki ana rahmine düşen çocuk doğmalı. Bu evrimsel süreç temelinde ölümü ele alırsak Sokrat’ın dediği gibi ölüm yaşama bahşedilmiş en güzel şey olduğu anlam kazanır..