Önder'den flaş açıklama: Siyaseti bırakıyorum
HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, siyasette son dönemi olduğunu, daha fazla devam etmek istemediğini belirterek, “Büyük hayal kırıklıklarım var” dedi. Önder, "Siyaseti sinemayla devam ettireceğim. Bitirdiğim üç senaryom var. Politik film alanın
HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Birgün gazetesinden Meltem Yılmaz'ın gündeme ilişkin sorularını yanıtladı. Siyasette son dönemi olduğunu, daha fazla devam etmek istemediğini anlatan Önder, “Büyük hayal kırıklıklarım var: Yitip giden canlara engel olamamak. Çatışmasız bir dönem yakalamışken, bunu iyi kötü iki buçuk yıl gibi bir zamana yayabilmişken, muhafaza edememiş olmak, başta kendimi sorumlu tutarak en büyük üzüntümdür” ifadelerini kullandı.
Geçen çözüm sürecinde, HDP’nin başta sol ve sosyal demokrat çevreler olmak üzere, geniş kitleleri barışın toplumsal bir talep haline gelmesinde yeterince seferber ve ikna edemediği ve CHP gerçekliğini kıramadığına dikkat çeken Önder, yeniden bir açılım sürecinin başlayacağına ilişkin şunları söyledi:
“Mevcut durum, devlet ve hükümet açısından sürdürülebilir değil. Kürtler açısından da kabul edilebilir değil.”
Hayatınızın her döneminde siyaset vardı ama 2011’den bu yana aktif siyasetin içindesiniz. Parlamenter siyasete girmek size, mücadelenize ne kattı?
16 yaşımdan beri politik hayatın içerisindeyim. Bunun bir dönemi cezaevi, sonrası sanattan ve günlük siyasetten biraz uzak bir geçim endişesi dönemi, sonrasında da sinema ve yazarlık... Yani siyaset, hayatımın hep büyük parçası oldu fakat Parlamenter siyasetin bana kazandırdığı en önemli şey, Kürt halkıyla, Kürt siyasal mücadelesiyle daha yakından tanışmış olmaktı. Bu, hayatımın beni en çok geliştiren ve en onurlu dönemi oldu.
Neden?
Çünkü Kürt halkı büyük acıların ve kavgaların içinden geçerek, sistemin dışında kendini var etmek için yan yana durarak, bugünkü dünyada pek az halka nasip olan bir erdemlilik yaratmış. Bu Özellikle Kürt yoksullarının itiraz bilinci, yaşamı paylaşma ve örgütleme biçimleri, gelecek umutları bana büyük bir inanç, yeni bir motivasyon aşıladı. En büyük zenginliğimdir, Kürt Halkına borçluyum.
Peki hiç hayal kırıklığınız var mı?
Var tabii ki: Yitip giden canlara engel olamamak. İmralı heyetinde yer almam hasebiyle, barış için önemli bir inisiyatif üstlenmiştik. Öyle ki barışa elimizi uzatsak dokunacak kadar yakın olmuştuk ama bunu başaramadık. Çatışmasız bir dönem yakalamışken, bunu iyi kötü iki buçuk yıl gibi bir zamana yayabilmişken, muhafaza edememiş olmak, başta kendimi sorumlu tutarak en büyük üzüntümdür.
Geçmişte kalmış gibi konuşuyorsunuz.
Evet, aktif siyasette son dönemim. Siyaseti sinemayla devam ettireceğim. Bitirdiğim üç senaryom var. Politik film alanında bu birikimle önemli üretimler yapabilmeyi ümit ediyorum.
Az önce barış sürecinin sonuçlanmamış olması konusunda kendinizi sorumlu tuttuğunuzu ifade ettiniz. Kendinizi sorumlu tutarken, nasıl bir özeleştiri yapıyorsunuz?
Muhataplarımız olan devlet ve iktidar zaten sınıfsal ve siyasal niteliği belli yapılar, onlardan fazlaca bir şefaat beklememek gerekiyordu. Zira herkes kendi konumunun gereğini yerine getiriyor. Ama biz, HDP olarak, bütün bu güçlükleri aşabilecek yaratıcılıklar sergileyebilirdik.
Bunu biraz somutlaştırır mısınız?
Onu keşfedebilmiş olsaydık uygulardık. Ama başta sol ve sosyal demokrat çevreler olmak üzere, geniş kitleleri barışın toplumsal bir talep haline gelmesinde yeterince seferber ve ikna edememek şeklinde somutlaştırabilirim.
Neden? Onlar bu iktidarla bu işin yürüyeceğine en baştan inanmadıkları için mi?
Bu dediğiniz de bir faktördür kuşkusuz. Ama Türkiye’de sol ve sosyal demokrat kesimde mahcup bir milliyetçilik olduğunu gördüm. Sınıfsal kavramlarla düşünme, sistemin oluşturduğu yüzlerce yıllık Kürt kavramı ile karşılaştığında birdenbire sistem gibi ya da sisteme yakın ya da sistemin diliyle düşünmeye evriliyor. İşte bu noktada biz üstesinden gelebilir miydik 100 yıllık bir algının? Denenebilirdi. Bu yönde çalışmamız gerekiyordu. Kıramadığımız birinci olgu bu oldu... İkinci olgu da, CHP gerçekliği. CHP Türkiye’de solu öğüten bir değirmen işlevi görüyor. Bir toplumsal dinamik ve bir enerji açığa çıktığında CHP’li yöneticilerin niyetlerinden bağımsız olarak, CHP çarklarında hep öğütülmüş. Bunu kıramadık.
Referandum sonuçlarını nasıl yorumluyorsunuz? Genel ve bölgeye ilişkin değerlendirmediniz nedir?
Evet kazanamadı hayır kaybetmedi… Bunu bir skor olarak görme anlayışı çok yanlış. Anayasalar toplumsal sözleşmelerdir ve toplumsal huzur, uyum, barış getirmesi murat edilir. Birilerinin diğerlerine dikte edeceği bir şey değildir. Dolayısıyla yüzde 50- 50 kazanmış ya da kaybetmiş bu ölçü olarak ancak şu kefede değerlendirilebilir: daha farklı bir toplumsal mutabakat arayışına ihtiyaç var. Herkes bu “mutabakat arayışı”na dahil olmak durumunda. Bölgeden çıkan oylar sistemin yürüttüğü bütün propagandaları boşa çıkaran netlikte ve dirayette bir hayırdı. Ayrıca oy oranının düşüğü yerlere baktığımızda, buralar katılımın da neredeyse artış oranında düştüğü yerler olduğunu görüyoruz. “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz!” gibi apolitik bir yaklaşımla faşizme giden yola taş döşeyenler şunu düşünüyorlar bugün: Demirtaş, Yüksekdağ ve diğer tutuklu HDP’liler dışarıda olsalardı bu referandumda, ezici bir hayır, gasp edilemeyecek bir oranda olurdu. Muhalefette AKP’li seçmenin tercihini değiştirebilen tek siyasal yapı biziz.
Şimdi bile iş hayır cephesini örgütlemeye geldiğinde, CHP’de o mekanizma devreye giriyor galiba, değil mi?
Evet. Türkiye’de bağımsız düşünebilen, kendini sol referanslarla tanımlayan insanlar CHP gerçekliğiyle çok ciddi yüzleşme ve ideolojik hesaplaşma yaşamadıkları sürece, bütün toplumsal hareketler bir bir sönümlenmeye doğru gidiyor, gidecek. Yani CHP tabanı çok saygıdeğer, fedakar ve hep zulüm görmüş bir taban ve bizim doğal ittifakımız, dahası doğal kitle tabanımız aslında. Ama yöneticilerine bakıyorum, bir sol ve sosyal demokrat parti, bir halkın bayrağından bez parçası diye bahsedemez. Kim olursa olsun bunu diyen solcu değil milliyetçidir. HDP olarak biz bunu 7 Haziran’da önemli ölçüde kırmaya başlamıştık. Muhtemelen sistemin telaş ettiği en büyük şeylerden biri buydu. Ama devamını getiremedik.
7 Haziran’dan sonra devamının gelmeyişini, HDP’ye karşı oluşan dış faktörlerin dışında, HDP’nin kendi içinde de Türkiye partisi olmaktan uzaklaşması gerçeği yok mu?
Bence öncelikle bu kavramsallaştırma ile başlayabiliriz: Türkiye partisi olmayı sistem Türkleşme olarak dayattı. Oysa kimsenin Türkleşmeye ya da Kürtleşmeye ihtiyacının olmaması lazımdı. Bizim Türkiye partisi olma iddiamız, Türkiye’deki bütün mazlumların, bütün sömürü alanlarının, ötekileştirilenlerin, dezavantajlı kesimlerin sözcüsü olma iddiasıydı. Bizim Türklük hassasiyeti geliştireceğimiz gibi tercüme edilmemeliydi.
Ben seçmen tarafından öyle tercüme edildiğini düşünmüyorum aslında.
Başlangıç için doğru tespitiniz, ben özellikle çatışma süreci başladıktan sonrasını söylüyorum. İkincisi de, çok yalnız bırakıldık. Bakın. Savaş daima demokratik siyaset alanını daraltıcı bir şeydir, hele bizim gibi bir parti açısından bu daha da fazla bir şeydir. Barışın toplumsal bir talep olamayışı, CHP’nin bunu sahiplenememesi, bizim bu alanda tek başımıza bir takım sol sosyalist dostlarımızla birlikte kalmamız sonucunu doğurdu. Öyle olunca biz bu meseleye daha fazla odaklanan daha fazla ağırlık veren bir noktada durmak zorundaydık, bu tarihsel bir zaruretti, sonucu ne olursa olsun... Çünkü “kadın da olsa çocuk da olsa gereği neyse yapılacaktır” denilen bir saldırganlığa karşı bizden beklenen tavır, onların ölüm fermanını imzalamak anlamına geliyordu. Bu siyaseten yok olma pahasına dahi olsa kabul edebileceğimiz bir şey değildi.
Ama bitmiş değil, açılım sürecine ilişkin yeni sinyaller veriliyor. Abdülkadir Selvi’nin yazısı ile başlayan mesajlar söz konusu. Siz böyle bir ihtimal görüyor musunuz?
Bize yönelmiş herhangi bir adım yok. Peki bu laflar nereden çıkıyor? İşte bu çok önemli. Mevcut durum, devlet ve hükümet açısından sürdürülebilir değil. Kürtler açısından da kabul edilebilir değil. Hal böyle olunca bir toplumsal itiraz gelmemesi için sürekli bu laflar ortaya atılıyor. Bu işin bir boyutu. Ama şöyle de bir gerçeklik var: Ne zaman böyle söylenti ortaya çıkmışsa, o söylentinin çıkmış olması tam da o "sürdürülemezlik"ten kaynaklandığı için, bunu bir müzakere ve diyalog süreci takip etmiş. Dolayısıyla biz HDP olarak sürekli tutumumuzu, tavrımızı tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde barış ve müzakereden yana kullandık. Bütün inisiyatiflerimizi de burada geliştirdik bugün de aynı noktadayız.
Bu defa çerçeveniz nedir, açılım sürecinin olmazsa olmazları sizin açınızdan nedir? Ayrıca kırmızı çizgilerinizi nasıl tarif edersiniz?
Belediye eşbaşkanlarımız, eş genel başkanlarımız başta, hiçbir siyasetçimiz, bir gün bile içerde tutulamaz. Biri bize süreç diye geldiğinde, önüne indirilecek ilk olgu budur. Sonrasında, benim çözüm sürecinde ısrarla talepçisi olduğum ve ısrarla görmezden gelinen bir olgu vardı: Süreç, kırılgan bir dengede yürüyordu çünkü Kürt meselesi sadece ulusal bir mesele değil, aynı zamanda bölgesel de bir mesele. Böyle olunca da bir dünya meselesi hüviyetine bürünüyor ve karışanı, dalaşanı, bozmaya ve yönlendirmeye çalışanı; dünyadaki hegemonik emperyalist devlet sayısınca çok oluyor ve süreç böyle bir tehdidin altında gidiyor. Dolayısıyla ben hükümet temsilcilerine şunu önermiştim: Bir kriz yönetmeliği oluşturalım. Bir yerden bir çatışma, saldırı ya da provokasyon olduğunda bizler günlük siyasetin içerisinden birbirimize konum alacağımıza, böyle bir durumla karşılaştığımızda ne yapabiliriz diye bir yönetmelik oluşturalım ve buna sadık kalalım, kan gövdeyi götürse dahi bunu yapalım. Bu yapılmadı. Ayrıca, geçen açılımdan, üçüncü bir göz olması gerektiği dersini de aldık, bir izleme heyeti mutlaka olmalı. Hükümet kendisine yakın isimler önermesine rağmen başta Öcalan olmak üzere itiraz etmedik, yeter ki bir şahidi olsun ve hep tutanağı tutulsun. Hükümetin bunu bir toplumsal ihtiyaç olarak kavraması, kabullenmesi ve çözüme inanması şart. Buna inanmadığı zaman, ki geçmişte bunu içselleştiremediğini gördük, o zaman şöyle bir yaklaşım içerisinde oluyorlar: Onlar silahı bırakır, biz de üç beş adım atarız, bu iş hallolur gider... Ama öyle değil işte. Mesele o olsa bu kadar uzun bir tarihsel sürece ve bu kadar direngen bir halk tablosuna yol açmazdı. Bunun tarihsel, sosyal, sosyokültürel, ekonomik, cinsiyet boyutu gibi onlarca boyutu var ve bunlarla ele alınmak zorunda.
Sözünü ettiğiniz yaklaşım AKP’nin her alandaki politikası değil mi zaten? Uyuşturucu sorununun çözümünü, gençlerin üstüne dini boca etmekte arayan, işsizliğin çözümünü “herkes bir işçi alsa memlekette işsizlik diye bir şey kalmaz” bakışında ele alan bir anlayış değil mi bu?
Zaten o yüzden şaşaladıkları ve bocaladıkları en temel alan bu alan oldu, çünkü Kürt halkı yediden yetmişe son derece politikleşmiş ve hiçbir hiyerarşik nizam içermeyen bir örgütlülük içerisinde. Bu Rojava örneğinde de gözüküyor. Türkiye’nin hiçbir şekilde nizam kurabilme kabiliyet ve becerisinden bahsedebilmek mümkün değil. Ama Kürtler’in Rojava pratiğine baktığımızda bölgedeki tek nizam kurabilme yeteneği ve iradesi Kürtler’de var.
***
Demokratik Türkiye şart
Peki, OHAL’in devam ettiği, medya üzerindeki baskının bu boyutlara tırmandığı, eşbaşkanların ve yöneticilerin cezaevinde olduğu bir ortamda açılım süreci inandırıcı olur mu?
Kürt meselesinde barışı ve çözümü hedeflemek Türkiye’de demokratikleşmeyi hedeflemekten geçer. Yani sürecin barışla taçlanabilmesi için demokratikleşme olmazsa olmazdır. Siz demokratik alanın bu kadar daraldığı bir yerde Kürtler’e bağımsızlık bile verseniz bu mesele çözülemez. O nedenle demokrasi başattır. Dolmabahçe mutabakatı bir demokratikleşme manifestosuydu, bir Kürt manifestosu değildi. Eşbaşkanlar ve siyasetçilerimizin içeride olması bizim kadar, bu ülkede “ortak gelecek, ortak vatan” düşleyen herkesin sorunu olmak durumundadır.