Ahmet Sönmez
KAPİTALİZMİN KARŞI-KRİZLERİ
Yazımın başlığı üzerine epeyce bir düşündüm. Bir olgunun krizlerle karşılaşıyor olması kötü bir şeydir elbette ki. Mesela bireyin damarlarında biriken kolesterol damarı tıkar ve o birey bir kalp krizi ile karşı karşıya kalır. Hele genç yaşta oldu mu ölümle sonuçlanma olasılığı epeyce yüksektir yada bir inşaat mühendisi olarak söylemem gerekirse bir yapı inşa ederken beton sınıflarının basınç dayanımına göre hesaplanan mukavemetleri aslında o betonun kırılma dayanımının üçte birinden daha az kısmında olması üzerine analitik hesaplamalar yapılır çünkü yapıda kullanacağınız betonun eşik sınırlarının geçmemesi istenir. Yoksa bir deprem karşısında yapı yıkılır ve hemen ülkede bir kriz masası kurulur ve buda kalp kriziyle benzerdir. Evet krizler bazen yakıcıdır kimi zamanda yıkıcı… Ama kapitalizmde bir krizin olması hiçte sanılanın aksine kötü olmayabilir. O yüzden karşı krizler demenin daha doğru olacağına kanaat getirdim. Evet yakıcıdır emekçi insanların parayla alım gücü azalır buda beraberinde daha fazla çalışması, çalıştıkça da daha fazla sömürülmesi çelişkisi taşır. Ama aynı zamanda halkların bilincinde radikal eleştirilerde barındırabiliyor.
Kapitalizm; belirli bir sınıfın üretim araçlarının büyük bölümüne sahip olduğu ve işlettiği; yatırım, gelir dağılımı, üretim, mal ve hizmet fiyatlarının arz ve talebin buluştuğu piyasa ekonomisi tarafından belirlendiği en büyük anti- ekonomik sistemdir.(Anti-ekonomik sistemdir diyorum çünkü insanları barbarca sömüren bir sistem ekonomik olamaz bu tanım gereği “ekonomi” kelimesine aykırıdır. Ekonomi; ekoloji + nomi kelimelerinden türemiştir. Ekoloji; doğa, çevre iken nomi ise yönetimdir. Doğayı yönetmektir. Bunun söylerken de kapitalist sistemin etimolojik literatürüne bakıpta doğayı tahakküm altına almak olarak yaklaşmamak gerekir.) Kâr ve bu kârı elde etmek için kullanılan aracın (sermayenin), “malı, mal üretimi için kullanmak” malların alım ve satımını sağlamak veya hizmete dayalı işgücünü arz etmek ve satmak suretiyle birikimini sağlayan üst sınıf burjuvazinin dünyanın emekçi halklarına bir kanser hücresi gibi kendini var eden anti-ekonomik bir işleyiş tarzıdır. Tarım ekonomisine dayanan feodalizmin kaldırılmasından sonra, sanayi devrimi ile ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin dayandığı düşünce tarzı, liberal düşünce tarzıdır. Bireycilik, özel mülkiyet, rekabet, serbest piyasa, serbest dış ticaret ve sınırlı devlet müdahalesine dayanmaktadır. Feodalizm döneminde Avrupa da köylüler emek gücünü feodal beylere satarak onlara artık değer oluşturuyorlardı. Asya da ise feodal beyler devlet kontrolünde olduğu için toprakları olmadığı için köylüler doğrudan emek güçlerini feodal beylere dolaylı olarak ta devlete satıp bu iki mekanizmaya artık değer oluşturuyorlardı.
Kapitalist sistem rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir. Üretimin rekabete dayanması ve her bir kapitalist işletmenin ayakta kalabilmek için her seferinde daha çok artı değere (artı değeri bir örnek üzerinden anlatmamda yarar olacak “sizin bir gömlek üreten bir atölyenizin olduğunu düşünün ve saatte bir gömlek üretip 10 liraya sattığınızı… Günümüz çalışma saatlerini baz alırsanız 8 saat çalışıp 80 lira kazanıyorsunuz. Buda ayda 2400 lira paraya tekabül ediyor. Ama sizin atölyeniz bir süre sonra sermayeyi elinde bulunduran sermayedarın fabrikasının yanında kapatılmak zorunda kalıyor. Çünkü o ve benzeri sermayedarlar kendi pazarlarını da oluşturmuşlardır. Sonuç: kepenkleri indiriyorsunuz ve doğruca o sermayedarın fabrikasına çalışmaya gidiyorsunuz. Size verdiği 1500 lira asgari ücret. Aynı işi yapıp 2400 lira almanız yerine siz 1500 lira alıyorsunuz. Aradaki fark olan 900 lira sermayedarın hesabına artı değer olarak birikiyor. İşte artı değer budur.) el koymak zorunda olması, diğer taraftan da yeni teknolojilere ve daha büyük sermayeye sahip olması gerekiyor. Gerekiyor çünkü kapitalizmin doğası budur. Vahşi rekabetin zorlanmasına maruz kalan kapitalistlerin toplam artı değerden daha büyük pay kapma yarışı, sürekli olarak teknolojiyi yenileme yönünde baskı yaratıyor. Teknolojik gelişmeler insan ve toplum refahını değil, sömürüyü kârı dolayısıyla da sermayeyi büyütmenin hizmetindedir. Buda emekçi insanların kaderinde çalışma bir araç olmaktan çıkarılıp bir yaşam amacı haline dönüşmesine sebebiyet veriyor. Artan bu rekabet hırsı o kadar çok ki artık ihtiyaçtan fazla israfa dönük bir üretim halini almış. Ürettikçe kâr elde etmek istiyorlar bunun için süper teknolojik makineler çıkarıyorlar. Buda 10 işçinin yapacağı işi 1 makineye bırakıyor. Beraberinde toplu işten çıkarmaları getiriyor ve küresel çapta yığınla işsizler ordusu demek oluyor… İşsiz kalan insanlar ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde maddi olanaklara sahip olmadığı için kapitalistlerin rekabet sonucu ürettiği metalar alıcı bulmuyor… Bu paradoksal çelişki sonucu kapitalizm karşı-krizlere giriyor. Buda beraberinde paranın alım gücünün azalmasını insanların bezdirilmiş durumu olarak kendini var ediyor.
Tarihsel olarak kapitalizmin içinde bulunduğu 1873,1929,1973,2008 krizleri olarak yazımı yazmak istemedim. Aslında çokça yapılan şey bu. Bunun ötesinde işin arkasında yatan mantaliteyi yazmak istedim. Peki iyi, hoşta ne yapmalı sorusu elzem bir soru oluyor yazının sonunda... Bunun cevabını Fikret Başkaya hocanın son kitabı olan ÇÖKÜŞ ’ten bir alıntıyla cevaplayıp yazımı bitirmek istiyorum:
“Her şey çığrından çıkmışken, her şey sarpa sarmışken, kapitalizmin ürettiği sosyal kötülükler ve ekolojik yıkım almış başını gitmişken, insanlık ve uygarlık tehlikeli bir türbülansa girmişken, insan ve toplum yaşamı sayısız yabancılaşmalar tarafından kuşatılmışken, insan toplumlarının varlığını ve geleceğini tehdit eden riskler kritik sınırı aşmışken, nasıl oluyor da hala insanların çoğunluğu bu aracın bu rotada ilerleyebileceğine inanıyor? Neden bu sefil süreç hala şeylerin normal hali sayılabiliyor? Neden şeylerin gerçek seyriyle, şeylere dair algı/anlayış/kavrayış arasında rahatsız edici bir uyumsuzluk var? Maalesef bu durum, BİLİNÇ ALANINDAKİ SEFALETİ ANGAJE EDEN BİR ŞEY VE DOĞRUDAN RADİKAL ELEŞTİRİ ZAAFININ, ELEŞTİREL DÜŞÜNCENİN YERLERDE SÜRÜNÜYOR OLUŞUNUN BİR SONUCU…”