Ahmet Sönmez
ZAMAN ve TARİHSEL DİYALEKTİK
Hepimizin kendimizce bir zaman tanımı vardır. Kimimiz anlam veremediğimiz anların toplamlarını hissettiğimize zaman deriz, ki bende bu kategoride kendimi nitelendiriyorum. Kimimizde anlamın bütünsellik kazandığı geçmişteki anılarıyla gelecekte yaşayacağı yılları zaman olarak nitelendirir ve belki zamanı başka biçimlerde tanımlayan yığınla insan var. Bu temelde sosyolojik olarak zamanın retoriği geçmiş, şimdi ve gelecektir.
Zamanı, insanlığın kadim tarihi periyotlara bölerek ölçme metodolojisi kullanarak hissetmiş ve “ Akıp gittiğine” şahitlik etmiştir. Bu periyotlar makro düzeyde Dünyanın güneş etrafındaki elipssel hareketini dörde bölerek mevsim, Mevsimlerin toplamına yıl, yüz adet dünyanın güneş etrafındaki dönüşüne yüzyıl, bin adet dönüşünü ise milenyum olarak isimlendirmiştir. Mikro düzeyde ise dünyanın kendi ekseni etrafında 360 derece dönmesine 24 saat, 15 derece dönüşüne 1 saat, 0.25 derece dönüşüne 1 dakika ve yaklaşık 0.04 derece dönüşüne ise bir saniye denilmiştir. Peki neden evrendeki her şey bir dönüş içerisinde sorusu başat bir soru? Kısaca bu dönüşselliği örneklersem; uzayı kara bir çarşaf olarak düşündüğümüzde uzaydaki tüm gezegenlerin ve yıldızların bir kütlesi vardır. Kütlesi olan bu gezegen ve yıldızlar kara çarşaf olarak tasvir ettiğimiz uzayı kütleleri oranınca bükerler. Bükülen uzay, içerisindeki kütlesi ağır olanlar kütlesi aynı oranda daha az olan gezegen ve yıldızları içine çekmeye çalışır. Yani kara çarşaf etrafında olan her şeyi içine çeker. Bu evrenin kütle çekim yasasıdır. Gezegenler ve yıldızlar bu kütle çekimine girmemek için dışa doğru bir merkezkaç kuvvetiyle açısal bir hıza erişmek zorunda kalıyorlar. Buda beraberinde dönmeyi getirir. Daha somut bir örnek olarak bir huninin tepesinde olduğunuzu hayal edin ve arkadan birinin sizi huninin içine doğru ittiğini… Huninin borusuna girmemek için huninin merkezi etrafında dönmekten başka bir çarenizin olmadığını görürsünüz. İşte bu dönüşselliği baz alarak insanlık zaman kavramını türetmiştir.
Aslında zaman kavramı, ışığın kaynağından çıkıp kendi hızıyla katettiği yola oranıdır. Fiziksel olarak zaman budur. 20. Yüzyıla kadar insanlık zamanın mutlaklığına inanmıştır. Ta ki Albert Einstein’ın Berlin de patent memurluğu yaptığı sırada Zaman nedir sorusunu düşünmeye başlayana dek. Bilimsel olarak yazmaktan kaçınıp anlaşılır bir düzeyde A. Einstein’ın izafiyet teorisine değinmek istiyorum.
A. Einstein’ın tanımladığı zamanı en kaba olarak, 10 dakika boyunca dans eden bir insan için zamanın çabuk geçtiği ama 10 dakika ateş üstünde yürüyen insan için yavaş geçtiğidir. Yani zamanın mutlaklığını aşıp, bir görelilik olduğu anlam kazanmıştır. Zaman olarak hissettiğimiz aslında ışığın kaynağından bir saniyede yaklaşık 300.000 kilometre hızla çıkıp gözümüze gelmesi ve gözümüzden yansıyan ışık parçacığının (huzme, foton) saatin ekranına çarpıp geri gelmesidir. Işık hızının büyüklüğünü somutlaştırırsam bir ışık parçacığı saniye de dünyanın ekvatordan etrafını yedi buçuk defa turlayabilir. A. Einstein’ın izafiyet teorisini örneklendirirsek; Arkanızda bir saatli kulenin olduğunu hayal ediniz ve bir otobüsün en arka camından saatli kuleye baktığınızı.. Zaman, normal işleyişindeyken otobüsün saniyede ışık hızı artı kendi hızıyla ilerlediğini… O zaman sizin gözünüzden çıkan ışık parçacıkları saatli kulenin ekranına çarpıp size yetişmesi normal süreden daha uzun sürer. Bu doğrultuda ışığın aldığı yol uzar ve siz o anda zamanın kısaldığını hissedersiniz.
Zamanın mutlak olmayışı klasik fiziği (newton fiziğini) lav etmiş yerine kuantum fiziğini doğurmuştur. Atomaltı yani kuantum fiziğinde maddesel olarak bir mutlaklıktan bahsedemeyiz. Bir fotonun veya bir parçacığın hızı biliniyorsa konumu, konumu biliniyorsa hızı bilinemez. Zaman; hız ve konum kavramları ile ilişkili olduğu için aslında zamanda bilinemez. Ve A. Einstein ile başlayıp Neils Bohr ile gelişen modern fizik, sosyoloji de ve siyasal ideolojilerde rönesans etkisi yapmıştır.
Zamanın mutlak olmayışını kendimce açıkladıktan sonra benim için daha çekici olan sosyolojik boyutuyla devam etmek istiyorum.
Karl Marx tarihin ilerleyiş hiyerarşisini diyalektik materyalizm ile açıklarken aslında paradigmasının iflas ettiğini günümüzde bir çok sosyal bilimci dile getirmektedir. Diyalektik; en kaba tanımıyla çelişki demektir. Çelişkilerin savaşımı demektir. Herakliteus’un değişime verdiği anlamsallıkla ilerleyip Hegel’in tez ile antitez zıtlıklarının sentezde yaşam bulması ile ivme kazanan diyalektik kavramı, Karl Marx ve F.Engels ile yöntemselliğe dönüştü. Sosyal bilimciler ve özelliklede Marksistlerin yoğunca işlediği bir kavramdır.
Diyalektik materyalizm ise zıtların bu savaşımını salt madde üzerinde yoğunlaştırarak, yaşamı da bu perspektifte işlemesidir. Karl Marx tarihin işleyişini bu yöntemsellikle; ilkel komünal toplum, anaerkil toplum, ataerkil toplum, köleci-feodal toplum, ve kapitalizm olarak nitelendirir. “Somut delillerin somut tahlili” teziyle bu toplumsal ilerleyişi somut delil olarak görüp somut tahlil olarakta kapitalizmin sosyalizme gebe olduğunu söyler. Paradigmasının iflasının en büyük kanıtı ise 1917 yılında ekim devrimiyle yaşamsallaşan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin 1991 yılında dağılmasıdır. Nedenine gelirsek çünkü K. Marx’ın tarihsel işleyişteki birkaç dönemi tarihin bir zorunluluğu olarak okuyup tıpkı Newton fiziğinin zamanı mutlak görmesi gibi bir zorunluluk olarak görmesidir. Aslında diyalektiği yanlış ele alışıyla ilgilide müthiş sorunsallıkları var. Zıtlar savaşımda birbirlerini yok ederek yaşamsallaşmaz. Tam aksine birbirlerini geliştirerek var olurlar, yaşamda bu böyledir. Ontolojik olarak ise yaşam- ölüm diyalektiğinde bence bu ilerleyiş mantıklıdır. Fakat değindiğim gibi yaşamda sorunsallıklar barındırıyor. Örnek olarak anne-çocuk diyalektiği buna en güzel örnektir. Çocuk doğduğunda anne ölmez. Ve doğumun kadının tüm hücrelerini yenilediğini biliyoruz. Zıtlar birbirleri zayıflatır, geliştirir ama yok edemezler.
Kuantum mekaniğinin yaşamımıza tarihsel ilerleyişimize en büyük katkısı klasik fiziğin getirmiş olduğu mutlaklık ve determinist (belirlenimcilik) anlayışından bizleri indeterminist (belirlenmezcilik) bir yaklaşıma taşımasıdır. Kuantum mekaniğinin en büyük diyalektik anlayışlarından biri olan kaos-kozmos diyalektiğinde ise bir kaos aralığının olmasıdır. Sonuç olarak gerek bireyin kendi zihninde gerek ailesinde, gerek bireyi olunan toplumda zamanın ruhunun getirmiş olduğu kaygılar üzerinde yoğunlaşması ve kuantumik ölçütlerde kaos aralığında olunduğunu bilmesi, bu bilinç düzeyiyle kendisini yaşama katması ve zamanın mutlak olmayan anlayışıyla bir kozmosa (düzene) evrileceğini hissetmesi, gereklilik arz ettiği düşüncesindeyim.